27 Aralık 2017 Çarşamba

Özge'nin Şefkatli Eğitmen Günlüğü 11. Hafta

Sura Hart ne diyor?
Eğlence ve oyun temel insani ihtiyaçlardır, dinlenecek vakit bulamayan öğretmenler için bile.

Öğretirken eğlenemiyorsanız artık, öğrencilerinizin yaşamlarındaki eğlence ihtiyaçlarını karşılamalarına destek olmak için bir hayli çaba harcamak gerekebilir.  Eğlence için illa salıncakların, tahterevallilerin bulunduğu bir oyun alanı gerekli değildir. Nerede olursanız olun oyun oynayabilirsiniz - biraz yaratıcılık olsun yeter.

Eğlence/oyun ihtiyacınızı karşılamak için ne yapıyorsunuz? Yaptığınız şeyleri düzenli olarak mı yapıyorsunuz? Bir yerden başlamak ister misiniz?

Ben ne düşünüyorum? 
Geldik kıpır kıpır eğlence, hop hop oyun haftasına! 
Marshall Rosenberg'in "Oyun olmayan hiçbir şeyi yapma" sözünü duyduğumdan beri bu cümleyi hayatımın bir numaralı kuralıymış gibi yazıp astım en başa. 
Eğer oyunlu bir şeyse hemen atlayıveriyorum içine. Baktım ki içinde oyun yok; yetişkin olmak kadar ciddi, kara bulutlar kadar kasvet veren bir şeyle karşı karşıyayım...O zaman ortaya çıkıp dans ediyor yaratıcılık. Hayatın tüm renkleri o şahane danslar sayesinde görünmüyor mu zaten?
Öğretmen olarak en sık duyduğumuz cümlelerden biri: "Yaratıcılığı öldürmeyin, yaratıcılığı öldürmeyin!" Biz besleyip büyütelim, yeşersin. Ki daha nice güzel danslar etsin en zor zamanlarımızda bile bizi gülümsetmek için "yaratıcılık".

Geçtiğimiz hafta bahsettiğim ihtiyaç kartları çemberinde dolaşırken "oyun" ya da "yaratıcılık" mutlaka çarpıyor gözüme alıştırmalarda ve seçtiğim üç ihtiyaçtan biri oluveriyor. Sadece bu bile gösteriyor bana onlarsız yapamayacağımı. 
Yetişkin olunca görüyorum ki ekstra bir çaba gerekiyor oyun ihtiyacını karşılayabilmek için. Etrafımdaki bazı insanların yaşam koşullarında, iş hayatlarında oyuna neredeyse hiç yer yok. Ancak bir araya gelinen haftasonları masa oyunları belki birkaç açık hava etkinliği. Ve sonunda paylaşılan ortak duygular: "Aynı çocukluğumuzdaki gibi, ne çok eğlendik." "Zaman nasıl geçti anlamadık." "Bunu tekrar yapalım."
Üzerimizden upuzun eğitim hayatının sivri dişleri, iş hayatının dozer tekerlekleri geçmiş olabilir. 
Ancak tüm bunlar olurken bir şeylerden keyif almanın en önemli yolu oyun oynamayı unutmamak bana kalırsa. 
Sanırım biz öğretmenler olarak bu konuda en şanslı topluluklardan biriyiz, her gün ama her gün binbir çeşit oyunun içindeyiz :) 

Çocuklarla nasıl paylaşıyorum?
Eğlence için sahiden salıncak, tahterevalli gerekmiyor. Çocuklarla birlikte olduğum her gün -eğer sağlıklı bir şekilde yanlarındaysam- çok eğleniyorum. (Aradaki sağlık vurgusunun nedeni soğuk havalarda kıymetini anlamam. "Bir gün de olsa boş geçmesin" deyip akan burunla, acıyan boğazla okullara gidebiliyoruz hepimiz. O zaman zorlanabiliriz. Ancak orada olabilme çabamıza gelsin hemen bir kutlama :)
Ancak bir aradayken görüyorum ki her şeyden oyun çıkıyor. Bu yıl 3-6 yaş arası çocuklarla olmamın ballı kaymaklı yanı her an oyun kurmak. Onlardan çok öğreniyorum. Bir oyun nasıl kurulur, nasıl bir dal parçası değnek , taşlar kurbağa, kozalaklar tavşan olur... Bazen sınıfta, bahçede önümüze bir şeyler koyuyorum ve kendimi çocukların akışına bırakıyorum. Bununla ilgili geçtiğimiz hafta çok tatlı bir süreç yaşadım ve hemen akşamında oturup yazdım. Sırası gelmişken günlüğüme de ekliyorum:

"Bugün serbest oyunun kollarına bıraktım kendimi.. Amaan "serbest"de nesi, oyuna böyle yakıştırma mı yapılır. Bi yandan da böyle söyler olduk. Her şeyden bi "kazanım" bi "çıkarım" yapma derdindeyiz. Halbuki en güzel bağ bu oyunlarla kuruluyor çocuk ve yetişkin arasında. Kendi aralarındakini söylemiyorum bile. Kazanım mı, konu mu, ünite mi? Içine gir oyunun sadece. Laf lafı açar, atarsın bi soru ortaya. Hayalgücü bir seyleri hep baska bir seylere dönüştürür. Yap "mış gibi" Yaşa içinde olayın misler gibi.
Oyun dediğin senin de bu yaşında kendinle - arkadaşınla zamanı ardında bırakıp, olduğun mekanda sıkışmadığın en keyif aldığın şey değil miydi? (Keşke kıymetini unutmasaydın. Ha unutmadıysan en şanslısısın.) Aslında yemek arası bitmişti ve vardı bi planım, çocukları davet edecektim ki bi baktım ben de kapılıp gitmişim. Gelen arabadan anladım, gitme saatimiz gelmiş. 1 saat 15 dakika uçmuş gitmiş.. Başlangıç bir gemiydi. Kürekleri budanmış zeytin dalları. Gidiyordu zeytin gemisi... "

O zeytin gemisinden daha sonra öyle yerlere geldik ki içinde onca keyifli an, öğrenme alanı, güçlenen bağlar, zamanın nasıl geçtiğini unutan biz.

Çocukların geribildirimleri neler?
Çocuklar oyun olan şeyin içinde yer almaktan müthiş keyif alıyor. Bunu sıkça duyulan şu cümlelerden anlayabiliyorum: "Hayır, hayır bitmesin. Daha devam edelim noolur!" "Bunu tekrar yaparız ama değil mi, yarın yaparız yine okula gelince?" "Bunu çok sevdim!"

Düşünüyorum da geçtiğimiz yıl ilkokulda nasıl oluyordu bu süreç... Oyunlaşan ders unutulmuyordu. Çemberde hemen geri bildirim aldığımız oluyordu "Bugün derste çok keyif aldım." Çalışma kağıtlarını oyunlu, bulmacalı hazırladığımızda en çabuk biten, en çok tercih edilen onlar oluyordu. Oyun oynarken bir çocuğun öğrenme sürecinin nasıl da hızlanabildiğine şahit olmak benim için de unutulmaz.

Sonrası ile ilgili ne düşünüyorum?
Sonrası ile ilgili düşündüğüm sonu gelmeyen bir zincir :) Şimdilerde çocuklarla çalışırken "Ormanda Oyun Serisi", "365 Kıpır Kıpır Oyun", "Birlikte Oynayalım - Dünyanın Dört Bir Yanından 100 Oyun" gibi kitaplar elimin altında. 
Ancak bu "oyun" konusunda biraz daha derinlemesine okumalar yapmak istiyorum. Hepimiz için bu kadar temel bir ihtiyaçken ve gittikçe unutulduğunu görüyorken dert ediniyorum kendime ve anlamaya çalışmak istiyorum. Bunun için de şu kitaplar listemde: "Oyun ve Gerçeklik", "Oyun, Oyunbazlık, Yaratıcılık ve İnovasyon", "Bir Dünya Sembolu Olarak Oyun" ve "Antikçağda Oyun ve Oyuncaklar"
Belki sizlerden de meraklısı vardır diye buraya ekledim kitap isimlerini. Başka önerileriniz varsa bana yazabilirsiniz :)

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Çocuklarla her an her yerde oyuna girebildiğim, yetişkinleri de zaman zaman oyunlara davet edebildiğim için kutluyorum kendimi öncelikle. Dilerim; yaratıcılık peşimi hiç bırakmaz ve ben de sıkıldığım an aklımdan uydurduğum kelime oyunlarını hiç unutmam...

Uzun zamandır planladığım oyun defterini hala hayata geçiremedim. Zaman girdikçe araya fikirler sönük bir balona dönebiliyor. Tekrar hava üflemek için zamanında harekete geçmeliyim. Biraz daha hız, biraz daha gayret Özge! ;) 

Gülesra'nın Şefkatli Eğitmen Günlüğü 8. Hafta

             
          "İnsanın kendini acımasızca eleştirme ve yargılama hali genellikle başkalarını da eleştirmesi ve yargılamasıyla sonuçlanır. Unutmayın başkalarına şefkat kişinin kendine şefkatiyle başlar.İhyitaçlarınıza şefkatinizi artırmak için kendinize yönelttiğiniz ahlakçı yargıları tercüme etmeye zaman ayırın. Kendinizi yargıladığınızı fark ettiğinizde, bu yargıyı bir deftere not edin. Yargılarınızı, hemen o an duygu ve ihtiyaçlara tercüme etmeye vaktiniz yoksa; günün sonunda yargılarınızın üzerinden geçin ve not ettiğiniz her bir yargının ardındaki ihtiyacı belirleyin." 
           Vivet Alevi'den  eğitim aldığımda kendimde yüzleştiğim ilk şey kendimi çokça yargılıyor oluşumdu. Bunun bir nevi şiddet olduğunu öğrenmem beni yeniden düşünmeye , kendime olan bu acımasız eleştirilerimi şefkate dönüştürmem için çaba harcamama vesile oldu. Bir anda insanın kendine şefkat duyması tabii ki beklenemez. Süreci örerken Vivet'ten aldığımız eğitimler, ardından yaptığımız pratikler ,  her alanımıza yavaş yavaş sızdırarak"Şiddetsiz İletişim"i  bir yaşam dili haline getirmeye çalışmamız bu sürece destek oldu. Günlüklerimizde sık sık "Şiddetsiz İletişim"e değinmemizden kaynaklı soruyorsunuzdur belki nedir bu şiddetsiz iletişim diye?Kendime göre tanımlayacak olursam ;  somut gözlemlerimden yola çıkarak yargılarım olmadan , duygularımın ve ihtiyaçlarımın  farkındalığıyla kurduğum iletişim. Ve tabii iletişim kurduğun kişinin de duygu ve ihtiyaçlarının farkında olarak   kurduğum iletişim. Ki Marshall bunu benim için ruha değen bir cümleyle ifade ediyor: 
"Gönülden vermeye dayalı bir iletişim."
   Hayat akışı içerisinde zihnimizin bizi yönetmesiyle ağzımızdan çıkan yargıları bir kenara rakarak , kalple kurduğumuz bağlantıyla orada olanı karşıya hissettirmek belki de... 
İşte Marshall bu gönülden vermeye dayalı iletişimi zaten insanın doğasında olduğunu, zamanla koşulların, deneyimlerin, toplumsal normların etkisiyle insanın bunu kaybettiğini savunuyor. Yeniden bunu bulmaya niyetli olan bizler içinde, kalbine insin diye dört basamaklı olan yardımcı bir merdiven sunuyor.  Bu dört basamaktan biraz bahsedecek olursam ; 

Birincisi "Gözlem" basamağı: Ne yaşarsak yaşayalım,ne duyarsak duyalım, zihnimizde kendi senaryolarımızla algıladığımızı değil, gözlem yaparak var olan durumu cümleye dökmemizi istiyor. Örneğin sınıfta arkadaşının saçını çeken  çocuğa : "Hep yaramazlık yapıyorsun." dememiz yargı cümlesi iken ;"Arkadaşının saçını çektiğini görüyorum." dememiz gözlem cümlesidir. 

İkincisi "Duygu" basamağı: Kendimizi ifade ederken kalbimizi açmamızın en önemli yolu duygularımızla iletişim kurmamızdır. Bu basamağı az çok sınıfta çocuklarla yaptığımız duygu çalışmalarından fark etmişsinizdir.
İhtiyaçlarımız karşılanmadığda hissettiklerimiz
Genelde bizler yaşanan olayların, kurulan cümlelerin bize yarattığı etki sonucunda ne hissettiğimizden çok yorumlarla ya da fikirlerle anlatmaya çalışıyoruz. Oysa duygular kalbimizi karşı tarafa ve kendimize açacak
en önemli araçtır. Duygular sayesinde verdiğimiz tepkilerin ya da yargıların hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını buluruz.Bir ara bir arkadaşım başından geçen çok önemli bir olayı anlatıyordu. Anlatırken ona ne hissettiğini sorduğumda çoğunlukla düşüncelerini ve yorumlarını paylaşıyordu.   Onunla bağlantıda olmadığımı fark ettim. Bunu onunla nedeniyle paylaştım.Bağlantıda olmadığımın o da farkındaydı. Ardından duygularından beş tanesini saymasını rica ettim. Öylece durdu ve yüzüme baktı. Ve duygular üzerine konuşmaya başladık.  Maalesef bir çoğumuz duygularla tanışmayana kadar arkadaşımın yaşadığı şeyi ya da bir benzerini yaşıyoruz. Hatta kendimizle baş başayken bile duygularımızı tanımlayamıyoruz.Duygu dağarcığımızın az oluşu bizi hep düşüncelerle vakit geçirmemize zorluyor. Bu da bağlantımızın kopmasına neden oluyor. Bu basamak hem kendimizle hem de karşımızdakiyle bağlantıda kalmamız için bize katkı sunuyor.  
  
Üçüncüsü "İhtiyaç" basamağı : Hissettiğimiz her duygunun mutlaka bir sebebi vardır. Ve bu sebep karşı tarafın yaptığı davranışlar ya da yargılar değildir. Tüm insanlar için geçerli olan karşılanmamış ya da karşılanmış evrensel ihtiyaçlardır. İletişim kurarken yargılarımız devreye giriyorsa oraya dönüp bir bakmak gerekir. Mutlaka karşılanmamış bir ihtiyaçtan kaynaklı olur bu yargılarımız. Yine aynı şekilde karşı tarafın da bunu yaparken mutlaka bir ihtiyacının karşılanmadığı akılda tutulmalı. (Evrensel ihtiyaç listesi için Özenç'in 10. hafta günlüğüne bakabilirisniz. Link: 10.Hafta Günlüğü )  
 Ve dördüncüsü "Rica"basamağı : İhtiyaçlarımız karşılanmadığında gözlemimizi yapıp,duygu ve ihtiyaçlarımızı karşı tarafa ifade etmeyi somut bir ricayla sürdürürüz. İhtiyaçlarımızı karşılamamız için somut bir eylemde bulunmasını isteriz. Bunu yaparken de yine o barış dilini yitirmeden, şefkati gönülden vererek net bir şekilde bunu yaparız.    
                  Bu dört basamağı Sura'nın çevirisinden yola çıkacak olursak kendimizle olan bağlantımızda adımladığımızda , kendimize uyguladığımız şiddetti de şefkate dönüştürmüş olacağız.  Okulda gün içerisinde yaptıklarımı akşam değerlendirirken , başarısız olduğum yerlerde kendimi nasıl da acımasızca eleştirdiğimi ve yargılarla boğuştuğumu fark ediyorum. Özge ve Özenç ile paylaştığımda bu süreci daha kolay atlatıyorum neyse ki. Onların da bu dile hakim oluşları , ihtiyacıma ulaşmam için katkı sunuşları, beni bu süreçten hızlıca çekip alıyor.  Bazen bunu tek başıma da yaptığım oluyor.
İhtiyaçlarımız karşılandığında hissettiklerimiz
Önce kendime dair tüm yargılarımı
Sura'nın da dediği gibi bir deftere yazıyorum. Derin nefes alıp biraz bekleyip yeniden okuyorum bu cümleleri. Kendimle bağlantıya geçip ne hissettiğimi yazıyorum ardından. Sonrasında zaten beni bu yargıya iten  ihtiyacıma ulaşmış oluyorum. Kendimle empati sürecim böylece başlamış oluyor.  :)                  Kendimle olan bağlantım, duygularımın sorumluluğunu alıyor oluşum, kendime şefkatim beni yeniliyor. Marshall'ın hayatı zenginleştirmeye katkıda bulunmak diye ifade ettiği ihtiyacımı karşılamak için, kendimi daha hazır ve motive olmuş buluyorum. Sadece sınıf içindeki iletişimimde değil, yaşam dilim haline getirmeye karar verdiğimden beri hayatımı nasıl kolaylaştırdığını görüyorum. Bu dili konuşmaya çalışmak zor olsa da , dönüştürücü gücünü görmek zorluğunun güzelliğine  bırakıyor beni.   
                 Türkiye'ye bunu kazandıran Vivet Alevi'ye, Vivet Alevi ile tanışmamıza katkı sunan Başka Bir Okul Mümkün'e her defasında şükranlarımı sunuyorum.Öğretmen Köyümüzü kurduğumuzdan beri bu dili kullanmak ve yaymak için olan çabamızı kutlayarak, empati yoldaşlığı yaptığımız "Kalp Dili" (Özge -Özenç-Gülesrane de şükranlarımı yazıp hepinize yargılarınızdan arınıp şefkatinizle buluştuğunuz bir hafta diliyorum.

Özenç'in Şefkatli Eğitmen Günlüğü 11. Hafta

Sura Hart ne diyor?
Eğlence ve oyun temel insani ihtiyaçlardır, dinlenecek vakit bulamayan öğretmenler için bile.
 Öğretirken eğlenemiyorsanız artık, öğrencilerinizin yaşamlarındaki eğlence ihtiyaçlarını karşılamalarına destek olmak için bir hayli çaba harcamak gerekebilir.  Eğlence için illa salıncakların, tahterevallilerin bulunduğu bir oyun alanı gerekli değildir. Nerede olursanız olun oyun oynayabilirsiniz - biraz yaratıcılık olsun yeter.
 Eğlence/oyun ihtiyacınızı karşılamak için ne yapıyorsunuz? Yaptığınız şeyleri düzenli olarak mı yapıyorsunuz? Bir yerden başlamak ister misiniz?

Ben ne düşünüyorum?
 ‘’Nerede olursanız olun oyun oynayabilirsiniz- biraz yaratıcılık olsun yeter.’’ cümlesi hoop ‘’Oyun Oyunbazlık, Yaratıcılık ve İnovasyon’’ kitabına götürdü beni. Yahu nedir bu oyun diye düşünüp, etraflıca okumaya çalışırken hep elimin altındaydı.

Bir de, Marshall Rosenberg’in bir sözü kulağımda: ‘’Oyun olmayan hiçbir şeyi yapma.’’

Sura, bu ihtiyacı karşılamak için ne yapıyorsunuz diye sormuş ve eklemiş ‘’düzenli olarak mı yapıyorsunuz?’’ Ben buradan rutinin önemini anlıyorum ve rutinlere o kadar inanıyorum ki J
Bugüne kadar ne rutin haline geldiyse, oradan beklediğim kazanımlar er ya da geç gerçekleşti, çocuklar özdüzenlemelerini yapmakta geliştiler, sınıfta da ahenkli bir hava…
Oyun ve öğrenme  ilişkisi üzerine çokça makale mevcut, epeyce kabul görüyor da,  bence bir benzeri oyunbazlık ile ilişki kurma arasında da var, benim için öyle en azından J

Ben eğlenceye, oyuna düzenli zaman ayırarak bir takım aktiviteler yapmanın yanı sıra oyunbaz olma halini çok önemsiyorum ve seviyorum. Böylelikle her diyalog bir oyun, hiç beklemediğin anlar eğlenceye dönüşebiliyor, dahası bu çocuklar tarafından gözlemlenip öğreniliyor. İşte o zamanları fark ettiğimde, kalbim büyüyor resmen!

Çocuklarla nasıl paylaşıyorum?
Biliyorsunuz her sabah çemberdeyiz çocuklarla.
O çemberlerden çıkan bir takım rutinlerimiz var, örneğin sabah dansları.
Sabah sporu, müzikle birleşip dansa dönüştü.
Gün içerisinde sınıf içinde şeklen çember olmayı kolaylaştıracak bir araca ihtiyacım vardı, tabii ki renkli elektrik bantları!

Zemine bir merkezden çıkıp çember halini almış oklar çizdim, kolaylaşıverdi işim. Sabah, bir araya geldiğimizde hoop çembere. Şimdilik 4 şarkılık bir çalma listemiz var, müziği açıp başlıyoruz coşmaya. Burası için, dostlarımız Şubadap’a da şükranlarımızı sunmadan geçmeyelim. Dans, müzik, oyun, eğlence, eleştirel düşünme…Hepsi için ne güzel bir araç.
İlk şarkımız ‘’Neşeli Bir Gün’’
Nasıl mutlu oluyorum, hep bir ağızdan, birbirimize bakıp ‘’Neşeli bi’gün’’ dediğimizde.’’ Bir de dile dolanıyor ki, çocuklar çalışırken aralarda da duyuyorum.

Bu dans, müzik, eğlence kısmı en fazla 10 dakika sürüyor. Zamanı az, etkisi çok. Güne sabahtan yayılan bir neşe.
 Günün devamında da oynadığımız oyunlar var ama ben günün son 10 dakikasının da benzer şekilde geçirip, günü bitirdiğimizi eklemek istiyorum. Son dakikalar, doğası gereği hareketli dakikalar, genelde ayaktalar, bazılarının serviste yer kapabilmek için kulağı zilde, gözü kapıda. Bu durumdan rahatsızlığımı paylaştım ve gitmeden de bir dans çemberi yapmaya karar verdik. İyi ki vermişiz, bence en çok ben rahatladım J ‘’Çocuklaaar daha var, oturur musunuz lütfeen’’ demek yerine, bir çemberde şarkı söyleye söyleye kapatıyoruz günü. Bazen tren şeklinde çıkıyorlar sınıftan, zili de eğlencelerine katıyorlar J

Bir de oyunbaz haller var, onlar paha biçilemez.

Çocukların geribildirimleri neler?
Sabah dansı, hiç kaçırılmak istenmeyen zaman sınıfta.  Çok geç gelen üzülüyor, ona akşama sakla hevesini diyoruz, az geç gelenin ilk dikkat ettiği kaçıncı şarkıda olduğumuz oluyor.

Bazen bekliyorum, çocukları gözlemliyorum. Hemen birinden bir ses geliyor. ‘’ E, ne zaman başlıyoruz?’’ Rutinin gücünü tekrar fark ediyorum öyle anlarda.

Sık sık duyduğum cümle: ‘’Öğretmenim sen çok komiksin.’’ Sonrası genelde kucaklaşma oluyor, sınıfta genelde olumlu bir hava hüküm sürüyor.

Kendimi nasıl değerlendiriyorum?
Merak ve öğrenme isteğimi, çabamı kutluyorum öncelikle.
Sonrasında da okuyup öğrendiklerimin nasıl hayata geçtiğini deneyimlememi sağlayan oyunbaz arkadaşlarımı kutluyorum. Onları gözlemlemek, onlarla ilişkide olmak çok geliştirdi oyunbaz yanımı.

Oyuna devam!


25 Aralık 2017 Pazartesi

Duygularla Barış 2


“Duygularla Barış” listemizde çocuklarla duyguları tanımak ve duygu dağarcığını geliştirmek adına yararlanabileceğimiz kaynakları paylaşmış; ‘’Duygularının farkında olan ve paylaşma konusunda güçlenen çocuğun kendisiyle ve çevresiyle de ‘’barış’’ı sağlaması kolaylaşıyor.’’ demiştik.

Şimdi kaldığımız yerden; “Duygularla Barış”ın ikinci listesi ile devam ediyoruz.

Duygularıyla Arkadaş Olan Çocuk, Okuyan Us

"Bugün bir duygu geldi mi ziyaretine?
Kapıyı açıp davet edebilir misin onu oynamaya?"

Çocuklarla duyguları tanımaya başlangıç kitabı. Çünkü bu kitapta duygular sevinç, hüzün, öfke, korku değil... Duygular bazen güneş gibi parlak, bulut gibi hafif, kocaman bir bozayı kadar ağır, annenin “iyi geceler” diye fısıldaması kadar yumuşak, çığlık çığlığa ağlayan bir bebek kadar gürültücü, çakıl taşları gibi sert ve keskin ya da en sevdiğin dondurma kadar yumuşak.
Ne kadar şiirsel değil mi? Duyguları anlayıp algılamaya çalışırken önemli olan sadece isimlerini söylemek değil. Onları keşfetmek, beş duyumuzla hissedebilmek hatta onlarla arkadaş olmak. Çünkü kendimizi tanımak, duyguları kavramak için önce onları içeri misafir etmemiz gerekiyor. Yavaşlayıp, anda kalıp farkına varmamız...
"Artık ne zaman bir duygu gelirse oynamaya seninle, hoş geldin de, al onu içeriye. Kalsın ne kadar isterse, bir ya da iki dakika. Arkadaş gibi davran, seninle konuşan duygularına."
Kitabın "Ebeveynlere Not" bölümünde, duyguların farkına varmak ve anda kalabilmekle ilgili aktivite önerileri de yer alıyor.

Lauren Rubenstein yazdı, Selim Yeniçeri çevirdi, Shelly Hehenberger resimledi.

Gönül Kuşu, Mavibulut

"Gönül Kuşu içimizde bir yerlerde yaşar.
Hiçbirimiz görmedik onu şimdiye dek, ama biliriz onun orada olduğunu.
Doğduğumuz an ilk kez çırpar kanatlarını.
Yaşadığımız sürece bir kez bile bizi terk etmez, hep bizimledir."
Michal Snunit bütün duyguları bir kuşa benzetiyor bu kitabında. Hepimizin içinde yaşayan; sevildiğinde yerinde duramayan... Bu kuş kutulardan oluşuyor ve sadece Gönül Kuşu’nun kullanabildiği anahtarlarla açılabiliyor bu kutular. Umut kutusu, mutluluk kutusu, kıskançlık kutusu, sabırsızlık kutusu, sevgi kutusu…
Gönül Kuşu, yalın diliyle çocukların duygularını tanımlamalarına oldukça yardımcı olacak bir kitap.
 Kitabı bu kapağı ile hatırlıyor olabilirsiniz.

Ancak geçtiğimiz ay Sedat Girgin’in güzel resimleriyle yeniden basıldı.



Michal Snunit yazdı, Fatih Erdoğan çevirdi



Semih'in Öfkesi, KVA Çocuk

Öfkeyle başa çıkma, öfkeyi kontrol etme ne sık duyduğumuz / kullandığımız kelimeler .

Öfke, içinde sakladıkları, altında yatanları, farklı ortaya çıkış biçimleriyle duygular üzerine çalışırken pek önemli bir yer tutuyor. Öfke diye yola çıkıp, bazen kızgınlıkta buluyoruz kendimizi, bazen utançta, bazen de korku. Bu öfke bazen bir kuyu. İçini aydınlatmak, neler varmış merakla bakmak, tanımak gerek.

Semih’in Öfkesi, bu süreci öyle güzel somutlaştırmış ki... Nasıl mı? Onu içimizdeki karışık , tanımlaması zor bir duygudan çıkarıp, yolun kenarında bekleyen bir arkadaşa dönüştürerek!

Öfkemizle de barışabiliriz, onu tanırsak. Bu kitap iyi bir fırsat.

Üzüntüden Mutluluğa Duygularınız, Tübitak
Korkudan Cesarete Korkmuyorum, Tübitak

“Duygularınız, Üzüntüden Mutluluğa” ve “Korkmuyorum, Korkudan Cesarete”
Tübitak Yayınları’ndan çıkan bu iki kitap çocukların; hissettiği duyguların büyümelerinin bir parçası olduğunu algılamalarını, duyguları tanımalarını hedefliyor.

“Büyüdükçe duygularını daha iyi öğreneceksin, çünkü büyümek, her gün yeni şeyler öğrendiğin büyük bir serüvendir!” diyor “Duygularınız” kitabında.
Kitapların sonundaki ''etkinlikler'' ve ''anne babalar için kılavuz'' bölümleri de oldukça yararlı öneriler sunuyor.

Nuria Roca yazdı, Ayşe Sarıoğlu çevirdi ve Rosa Maria Curto resimledi.





Selma, Hep Kitap

Çevrilmesini beklediğimiz kitaplardan biri. Artık bir koyun gördüğünüz an gülümseyebilirsiniz.
Gelelim içimizdeki bu sıcaklığın sebebine…
“Sorunun yanıtını bulamayınca ihtiyar koça başvurdum. Mutluluk nedir?” diye başlıyor kitap. Hepimizin hayatı boyunca peşinde olduğu soru. Ve koç sesleniyor tepenin zirvesinden; “Bununla ilgili sana adı Selma olan bir koyunun hikayesini anlatayım.” Selma’ya “Daha fazla zamanın olsa ne yapardın?”, “Piyangodan para çıkmış olsa ne yapardın?” gibi sorular soruluyor hikayede. Selma’nın cevabı mı? İşte o mutluluğun anahtarı :)
Jutta Bauer hem yazdı hem de çizdi, Süheyla Kaya da çevirdi.

Sarıldığımız Gün, Yapı Kredi

Bazen gün iyi gitmeyeceğinin belirtisini kabuslarla geceden verir, uyanırsın ve o gün her şey üstüne gelmeye devam eder ya hani, öyle tanıdık bir hikayeyle başlıyor bu kitap.
Devamında da sevdiğini göstermenin bir yolu olarak sarılmanın iyileştirici gücüne değiniyor.

Sevgimizi ifade etme biçimlerini konuşmayı kolaylaştıracak bu kitapla içimiz ısınıp, kalbimiz büyüyecek ve galiba kollarımız uzayacak :)

Görkem Kantar Aksoy yazdı, Mert Tugen resimledi.


Beni Üzen Ne?, Tübitak
Beni Cesur Yapan Ne?, Tübitak
Beni Mutlu Eden Ne?, Tübitak
Beni Korkutan Ne?, Tübitak

Tübitak Yayınlarından çıkan bu 4 kitap daha isimleriyle çağırıyor farklı duyguları.


“Beni Üzen Ne?” erimeye başlayan buzulların arasında tehlikelerle karşılaşıp, hayatta kalma mücadelesi veren Minik Kutup Ayısı’nın bu zorlukların üstesinden annesiyle paylaştığı sevgi ve güç ile gelebilmesini anlatıyor.


“Beni Cesur Yapan Ne?” ile sıcacık kumların içinde kabuğunu kırıp tek başına kocaman bir sahilde denize ulaşmak zorunda olan cesur mu cesur Minik Deniz Kaplumbağası’nın hikayesi ortak oluyoruz.


 “Beni Mutlu Eden Ne?” kitabında Minik bir Panda...Yok edilen bambu ormanlarının ortasında doğal ortamlarının giderek azaldığını dinliyor annesinden. Ve pandaların bundan sonra nasıl hayatta kalabileceğini öğreniyor. Bütün hayvanlar kendi yaşam alanlarında özgür ve mutlu yaşasın diye…


“Beni Cesur Yapan Ne?” korkak bir leoparın hikayesi. Evet,korkak bir leopar. Aklımızda ilk canlanan “cesur, güçlü, gözü pek” sıfatlarından uzak. Çünkü korkmak bir zayıflık değil, güvende olmayı sağlayan temel bir duygu. Minik leopar anne babasının da her zaman düşündüğü kadar cesur ve korkusuz olmadığını öğreniyor bu hikaye ile.


Bu serinin duyguları konu almasının yanı sıra doğadaki yok oluşa dikkat çekmesi ve bunu önlemek adına bir farkındalık yaratmaya çalışması ayrıca güzel ve anlamlı. Aynı kitapta bir çok konuya dikkat çekebiliyorsunuz.

Seriyi Heidi Howarth yazdı, Umut Hasdemir çevirdi ve Daniel Howarth resimledi.



Öfkelendiğinde, Edam


Yine bir öfke kitabı.
Demiştik ya ‘’ Öfkemizle de barışabiliriz, onu tanırsak.’’ diye. Bu kitap da Olgun’un öfkesiyle serüvenine tanık ediyor bizi.
Fark etme, kabul etme, tanıma, çözüm yolu geliştirme ve kendinle / çevrenle barışı sağlama… Bu süreci okudukça, deneyimler birikecek, çocuklar güçlenecek.


‘’ Semih’in Öfkesi var, Olgun’un da var, ne olmuş benim de var! Onlar yaptı, ben de yapabilirim.’’

Dünyazad Es-Sa'di yazdı, Hatice Işılak Durmuş çevirdi ve Zarife Haydar resimledi.

Denizin Şarkısı, Tomm Moore

Sıradaki ise bir film. İlk listemizi paylaştığımızda sevgili dostumuz Tolga Erdoğan hatırlatmıştı bu filmi bize, sizinle de paylaşmak istedik.

Ben ve Saoirse'in büyülü yolculuğunu izlemeye hazır mısınız?